Yaşlı çınar ağacının gölgesinde, o ihtişamlı duruşuyla köye ilk defa gelenlerin hemen dikkatini çeken kesme taştan yapılmış bir evin hazin hikâyesiyle başlamak istiyorum bu haftaki yazıma. Evet, sevgili dostlar, babadan oğula devredilerek gelen asırlık bir köy evinin hazin hikâyesi bu… Ben de bu yaz, seyahat esnasında Ege’de yaşlı bir amcadan dinlemiştim bu hazin hikâyeyi.
Evin büyükleri olan Salih dede ile Ayşe nine daha evliliklerinin ilk yıllarında “Biz ölüp göçersek bu dünyadan torunlarımız üzümünden yesin” diyerek evlerinin önüne üzüm ağacı dikmişler. İtinayla bakıp yetiştirdikleri evin önünü süsleyen bu üzüm asmasının altında o günlerde pilli radyodan türküler dinlenir, tütünler dizilir, sohbetler yapılır, muhabbetler edilirmiş. Evin hayat denilen salonunda bütün aile uzun kış gecelerinde sohbet eder, eğlenir, bir arada olurmuş. Yani gönlü zengin Anadolu insanıyla zenginleşen mekânlarmış buralar.
Eski insanların kullandığı bir tabir vardır: Şerefül mekân bilmekin. Yani bir yerin şerefi, orada mukim olan insanlardan kaynaklanır. Mekânların da bir dili var elbet. Peki, geçmişin izlerini taşıyan bu mekânlar bugün modern insan için bir şey ifade ediyor mu? Bu sorunun cevabını düşünürken, bir yandan da hikâyemize devam edelim.
Salih dedenin üç oğlu varmış. Üçü de şehirde oturuyormuş. Babalarının vefatından sonra bağı, bahçeyi, tarlayı terk edip, köydeki evin kapısına kilit vurmuş, şehre yerleşmişler. Bu süre zarfında yaşlı çınar ağacının gölgesinde kalan o güzelim asırlık köy evi de dönmüş viraneye. Ne bir onarım, ne de bir bakım görmüş.
Yaşadığımız modern çağın insanlığa hediyesidir maalesef bu göçmen hayat. Çeşitli sebeplerle insanları yerinden, yurdundan koparıp alarak gurbete atmıştır. Acaba kaç kişi, dedesinin mezarının bulunduğu köy veya şehirde yaşıyor? Bu da ayrıca detaylı araştırılıp, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
Babalarının vefatından sonra bu üç kardeş, bir gün kafa kafaya vermişler, baba mirası bu köy evini yıkıp yerine üç katlı, havuzlu yazlık bir villa yaptırmayı kararlaştırmışlar. Niyetleri, güya yazın gelip burada hafta sonlarını geçirmekmiş. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için de bir gün iş makinasıyla köye gelmişler. İş makinasını gören etraftaki köylüler de şaşırmış bu işe. İçerisinde tarih saklı olan, birçok acı ve tatlı hatıraları koynunda barındıran, kendilerinin de doğup büyüdüğü bu güzelim evi hiçbir sızı duymadan yıkmışlar. Hatta daha fazla yere ihtiyaç var diyerek yanındaki dev çınar ile önündeki üzüm asmasını da hiç kıymadan kesip atmışlar.
Artık o evin yerinde şimdi üç katlı beton yığını, kibir abidesi, gururlu yazlık bir villa duruyor. Sanki eskilerden intikamını almışçasına gururlu ve kibirli… Eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı. Maalesef eski hatıralara rağbet yok, kıymet veren de kalmadı artık. Evlatlar babalarının, dedelerinin hatıralarını yaşatmak gibi asil bir duyguyu da unutur oldu. Bu üç evlat iş makinasının kepçe darbeleriyle sadece binayı değil aynı zamanda hatıraları da paramparça edip yok etti. Hatır ve hatıra diye bir şeyin artık adı sanı kalmadı. Vefa mı, o da ne?
Amasya’da öğrenciyken şahit olduğum bir hadiseyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Eski eşyalara karşı bir merak vardır bende ta öğrencilik yıllarımdan beri. Hepsinin ayrı bir hikâyesi, hatırası vardır ve eski eşyaların beni cezbeden tarafı da budur. Yoksa antika merakı, eşya merakı değildir bendeki bu tutku. O hatıraların eşyalarla beraber kaybolup gitmesine gönlüm razı olmaz. Neyse biz gelelim hadiseye.
Eski eşyalar alıp satan bir dükkânın önünde durmuş, camdan içeriyi seyrediyordum. Dükkânın önünde bir araba durdu. Arabadan otuzlu yaşlarda iki adam indi. Arabanın bagajından ağzı bağlı üç dolu çuval çıkardılar. Çuvalları dükkâna getirip orta yere bıraktılar. Doğrusu çuvalların içinde ne olduğunu ben de merak ediyordum. Kapıdan olan biteni izleyip anlamaya çalıştım. Aralarında bir pazarlık mevzusu döndüğü dışarıdan belli oluyordu. Biraz sonra çuvaldan eski kitapları tek tek çıkardılar. İçlerinde el yazması değerli kitaplar da vardı. Eski eşyalar alıp satan esnaf bayılmıştı bu alışverişe; yüzünden mal bulmuş mağribi edası açık bir şekilde okunuyordu. Yine bir tarih, yine bir kültür hazinesi yok bahasına fırsatçıların eline düşmüş, bir ticari meta haline gelmişti. O an içim cız etti. Param olsa hepsini alacaktım. Niyetim bu paragöz ve kadir kıymet bilmeyen insanlardan kitapları kurtarmaktı ama nerde! Öğrenci adamız, cebimizde karnımızı doyurmaya yetecek paramız bile yok… Bu hadiseyi ne vakit hatırlasam sanki o kitapların: “Kurtar bizi bunlardan!” deyip ağladığını içimde hissederim.
Üzülerek söylemeliyim ki, kültürel mirasımıza dair birçok unsurun haraç mezat pazarlarda satıldığı günleri yaşadık geçmişte. Modern insan, eskiye dair ne varsa kaldırıp atıyor, yok ediyor, yaşatmak gibi bir derdi yok!. Hâlbuki eski dediği şey onun mazisi, hafızası, kendisi aslında. İnsan bu kadar mı aslına, kendine düşman olur? Ne hale geldik biz böyle? . Eskiler evlatlarına, torunlarına bir hatıra bırakmaya önem verirlerdi. Şimdi bizler çocuklarımıza ne bırakıyoruz? Değerli olan, yıllarca yaşayacak neyimiz kaldı? Bir oturma gurubunu bile beş yıl kullanmıyoruz, her sene yemek takımı değiştiriyoruz, bindiğimiz otomobil hakeza öyle. Babaannemiz ölene kadar çeyizini saklar, kızlarına da o çeyizden hatıra bırakırdı. Şimdi kaldı mı böyle güzel adetler?
El emeği, göz nuruyla işlenen oyalar, hayallerle dokunan kilimler nerede? Her nakışında ayrı hatıraların gizlendiği o güzelim eserler yok artık. Yok, çünkü bizde böyle bir gönül kalmadı. Hayaller ve umutlar değişti, masal gibi bir dünyayı kaybettik biz. Artık masallara da kimse inanmıyor zaten. Masallar da tarih oldu. Peki, neye inanıyoruz biz? Cebimizi dolduran neyse ona tabii ki. Ne yaptıysak göz göre göre, kendi elimizle yaptık.
Peki, mutlu muyuz? Bu sorunun cevabına ancak yalancı gülücüklerle evet diyebiliriz. Mutluluk denilen o büyü, dedelerimizin, ninelerimizin devrinde unutulup kalmış güzel bir duygu ve hayat olarak kaldı. . Benden söylemesi, dedelerimizin ve babalarımızın ahı bizi bir gün tutacak! İster inanın, ister inanmayın! Oturduğumuz bu ev bizim evimiz değil. Bu naylon ve kof hayat tarzı bizim hayat tarzımız değil. Bu eşyaya kul, köle olduğumuz hayat bizim hayatımız değil! Biz dedelerimizin, ninelerimizin yaşadığı o mesut ve doğal hayattan çok uzağız. Komşuluklarımız, arkadaşlıklarımız, alışkanlıklarımız her şeyimiz onlardan çok uzak. Başka bir dünya kurduk kendimize biz. Bu dünyanın içinde gönül denilen hazineye yer yok maalesef. Oysa bizim dilimiz gönül diliydi, bizim dünyamız gönül dünyasıydı. Tek çıkış yolumuz o dünyaya yeniden dönmek! . Gönlünüze iyi bakın, kalın sağlıcakla… .
Recep ŞEN
Şair-Yazar
ŞİİR FALINDAN:
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.
(Yahya Kemal Beyatlı)