Ölüm muammalı bir kelime şu güne kadar ne davası bulundu ne de nasıl bir şey olduğu keşfedildi. Konfiçyüs’e ölüm nedir ? diye sormuşlar. Hayatı bilmiyoruz ki mematı bilelim... demiş. İnsan hayata attığı ilk adımı bir melek eşliğinde atar.
Bu hayattan ayrılıp ahiret hayatına doğru süzülürken ilk adımını yine bir melek eşliğinde atar. Mevlana bu olayı nur nura kavuşur... diye tasvir eder ve ölüm ötesini kabul etmeyenlere şöyle der : Hangi tohum toprağa düşüpte tekrar çıkmadı. Neden toprağa giren insan hakkında şüphe edersin.
Ömür hak, ölüm muhakkaktır. Bundan şüphe eden ahmaktır.
Hani malım mülküm diyen Köşk saray beğenmeyen
Şimdi bir evde yatarlar Taşlar dolmuş üstleri
Hani şirin sözlüler Hani güneş yüzlüler
Hani ceylan gözlüler Otlar dolmuş üstleri
Bunlar gönül yakardı Bunlar çalım satardı
Bunlar arzuyla bakardı Çürümüş kemikleri
Bunlar bir vakit beylerdi Kapıcılar kollardı
Gel gör şimdi onları Meze olmuş etleri
Doğum ölüm için ölüm tenler için. İnsan bu fani alemde bir garip yolcu gibi,
bir garip misafir gibidir. Misafirin gitmesinden emanetin geri alınmasından kurtuluş yoktur. Çünkü vade dolar bir gün bize de gel olur. Müminlere bayram, aşıklara seyrandır bu davet. Kafirlere ise hicran ve korkudur bu emir.
Onlar ölümden tiksinir ve onun için binbir çare ararlar, ta Çin’e kaçarlar.
Sanki orda ölüm yokmuş gibidir. Hz Süleyman devrinde bir adam birine heybetle bakar. Adam korkar ve Hindistana kaçar. Bunun üzerine o heybetli adam yani
Azrail der ki : Eceline koştu... der.
Pir Sultan Abdal, ölümü ne güzel tasvir etmiştir, sizi eken biçer bir gün.
Bu akıbetten kurtuluş yoktur. Çünkü her can ölümü tadacaktır. Yüksek kayalıklarda
ve sağlam kalelerde olsanız bile, davetsiz misafir gün gelir, sizi bulur ve yakalar... buyuruyor Allahu Azimuşşan.