İstiklal Marşıyla ilgili olarak Mecliste yaşananları Akif’in para olmamasını da söz konusu yapmak istemiyorum.
Sizlerle biraz, İstiklal Marşının yazılış anındaki hayat şartlarında seyrü sefer etmek istiyorum.
1972 yılında Samsun İmam Hatip Lisesi son sınıfında okuyorduk. Felsefe Hocamız bir gün sınıfa yaşlı bir amca ile girdi.
Biz önce akrabası zannettik. Kafamızdan bu düşünceler geçerken hocamız bize amcayı tanıttı.
“Çocuklar, bu amca Merhum Mehmet Akif’in arkadaşı imiş. Onunla yıllarca beraber bulunmuş. Çay ocağında karşılaştık. Anlattıklarından çok etkilendim. Siz de dinleyin istedim. Bugün ben ders anlatmayacağım. Birlikte Amca’yı dinleyelim”
Anlatılmaz bir heyecan atmosferine kaptırdık kendimizi. Amcayı dinlemeye konsantre olduk. Amca anlatmaya başladı.
“Sevgili çocuklar! Merhum Mehmet Akif, Tacettin Dergahında iken ben de onunla birlikteydim. O sıralar, Yunanlılar, Eskişehir’den beri Ankara üzerine yürüyorlardı. Amaçları; Ankara’yı almak, Milli Kurtuluş hareketini boğmaktı.
Yunan Kuvvetleri Polatlıya kadar gelmişlerdi. Top seslerinin yankıları Ankara’dan hissediliyordu.
Yunan Kuvvetleri Komutanı, basın mensuplarının “Türkler mi yenecek, siz mi yeneceksiniz?” sorusuna “Bu sorunuzun cevabını Ankara’da çay içerken vereceğim” gibi mütekebbir bir eda ile cevap vermişti.
Ankara’da büyük bir endişe vardı.
Hatta Meclisin, Sivas’a taşıması bile konuşuluyordu. İşte tam o esnada, Tacettin Dergahına iki milletvekili geldi. Akif ile konuşmaya başladılar.
“Neden bekliyoruz? Düşman Ankara’ya girmek üzere. Neden Meclisi Sivas’a taşımıyoruz.” Gibi endişe dolu sözler konuşuyorlardı. Onların bu moral çöküntüsüyle yaptıkları endişe dolu değerlendirmeler karşısında, rahmetli Akif yumruğu önündeki tahta masaya vurarak ayağa fırladı. Eliyle, Ankara kalesinde dalgalanan Bayrağı bu milletvekillerine göstererek haykırırcasına, daha sonra İstiklal Marşının başına yazdığı iki dörtlüğü okudu.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!
Bu haykırış benim ruhuma öyle tesir etmişti ki, yıllar sonra o ifadeleri İstiklal Marşının başında görünce, O’nun ruhen savaşan askerlerle ve milletle nasıl bir ruh beraberliği içerisinde olduğunu anladım.
Hepiniz bilirsiniz, Akif ölüm anında yatağında hasta yatarken hayata veda etmek üzere olduğunu anlayan dostları, O’na şöyle bir teklif yaparlar.
“Sevgili üstadımız. İstiklal Marşı yazılalı yıllar geçti. Bu yıllar içerisinde hayat şartları da değişti. Bu değişikliğe uygun olarak, İstiklal Marşı üzerinde bir değişiklik yapmak ister misiniz?
Akif, hiddetle yatağından doğrulur ve şöyle der. “Susun! Ağzınızdan yel alsın. O nasıl teklif? İstiklal Marşını ben mi yazdım ki değiştireyim. Onu Türk Milleti kanıyla toprağa yazdı. Bende okuyup kağıda döktüm yeni bir marş yazılması için yeni bir İstiklal Savaşı gerekir.”
Merhum Akif’i Rahmet v